14 Mart 2009 Cumartesi

Yaşam Dergisi3(İçinde Yaşadığımız Ahir Zaman)

Ahir zaman, dünyanın son dönemlerini ifade eden bir tanımdır. Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'in hadislerinde detaylı olarak bildirilen ahir zaman alametlerine göre ahir zaman iki dönemden oluşmaktadır. Bu kutlu zamanın ilk dönemi bozulmaların, dejenerasyonun, felaketlerin, çatışmaların, savaşların, yoklukların yaşanacağı bir dönemdir. Ahir zamanın ikinci dönemi ise Allah’ın izniyle, Hz. İsa'nın tekrar yeryüzüne gelişi ve Hz. Mehdi'nin ortaya çıkışıyla birlikte, yeryüzüne barışın, huzurun, özgürlüğün hakim olduğu, bolluğun ve bereketin yaşandığı, insanların her açıdan memnun oldukları güzelliklerle dolu bir dönem olacaktır. Hadis-i şeriflerde ahir zamanın ne zaman ve ne şekilde başlayacağını ortaya koyan yüzlerce alamet haber verilmektedir. İçinde bulunduğumuz dönemde, Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'in 14 yüzyıl önce haber verdiği alametlerin birbiri ardına gerçekleşmesi, ahir zamanın ilk döneminin yaşanmaya başlandığını açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Bu alametlerin birbiri ardına gerçekleşmesi ile İslam alemi çok kutlu bir bekleyiş içine girmiştir: Hz. İsa (as)'ın yeryüzüne ikinci kez gelişi ve Hz. Mehdi ile birlikte Deccal'in fitnesini ortadan kaldırıp İslam ahlakını tüm dünya üzerinde hakim kılmaları. Bu kutlu dönem, Sevgili Peygamber Efendimiz (sav)'in hadislerinde de açıkça vurgulanarak ahir zamanda yaşayan tüm iman sahiplerine müjdelenmiştir: "Mehdi benim Ehl-i Beyt'imden ve benim neslimdendir. O, yeryüzünü adaletle dolduracaktır. Muhakkak ki o İsa Aleyhisselam ile birlikte yola çıkarak Filistin arazisindeki Bab-u Lut denilen mevkide Deccal'i yok etmesi için Hazreti İsa'ya yardım edecektir." (Ölüm, Kıyamet, Ahiret ve Ahir Zaman Alametleri, İmam Şarani, Bedir Yayınevi, s. 438, (816))
Hz. Mehdi'nin Zuhuru Yaklaştı...
Peygamber Efendimiz (sav) bazı hadislerinde Kuran ahlakının yaşanmasına vesile olacak olan Hz. Mehdi'nin geliş tarihi olarak açıkça Hicri 1400 yılını (Miladi olarak 1979-1980 yılları) vermiş ve bu kutlu şahsın önderliğini müjdelemiştir. Bu hadislerden biri şöyledir: "İnsanlar 1400 senesinde Mehdi'nin yanında toplanacaklardır." (Risaletül Huruc-ül Mehdi, s. 108) Bu haber iman edenlerin şevk ve heyecanını arttıran çok büyük bir müjdedir. Peygamber Efendimiz (sav)'in hadisleriyle beraber, İslam alimleri de, yaşadıkları dönemlerden günümüze kadar ulaşmış el yazması eserleriyle, o zamandan bugüne, bu büyük müjdenin şevk ve heyecanını taşımışlar; inananlar için bu konunun canlı tutulmasına ve takibine vesile olmuşlardır. Nitekim içinde bulunduğumuz bu dönemde ortaya çıkan bazı alametler bize, Hz. Mehdi'nin çıkışının oldukça yaklaştığını göstermektedir. Hz. Mehdi'nin gelişi bizzat Peygamberimiz (sav) tarafından müjdelenmiştir ve Peygamberimiz (sav)'in bu konuda tevatür (kuvvetli haber, içinde yalan ihtimali olmayan ve bir cemaate dayanan kuvvetli haber) olarak kabul edilen çok sayıda hadisi vardır. Peygamberimiz (sav) bir hadisinde "Hz. Mehdi ile müjdelenin. O Kureyş'ten ve Ehl-i Beyt'imden bir kişidir." (Kitab-ul Burhan Fi Alamet-il Ahir zaman, s.13) sözleriyle, bu konunun Müslümanlar için bir müjde olduğunu bildirmiştir.
Hz. İsa (as) İkinci Kez Yeryüzüne Gelecek...
Ahir zamanın bir başka müjdeli konusu olan Hz. İsa (as)'ın ikinci kez yeryüzüne gelecek olması Kuran ayetlerinde ve Peygamberimiz (sav)'in hadislerinde iman edenlere müjdelenmiş bir gerçektir. Bu hadislerden bazıları şöyledir: "Hayatım elinde olan Allah'a yemin ederim ki Meryem oğlu (İsa Aleyhisselam)'ın adil bir hakim olarak sizin içinize inmesi muhakkak yakındır." (Sahihi Müslim, 6/532) "İsa bin Meryem benim ümmetim içinde; adaletli bir hakim ve (yönetimde) adil bir imam olacak, haçı kırıp ezecek ve domuzu öldürecektir... Kap su ile dolduğu gibi yeryüzü barışla dolacaktır. Din birliği de olacak, artık Allah'tan başkasına tapılmayacaktır." (Sünen-i İbn-i Mace, 10/334) Peygamberimiz (sav)'in hadislerinde bildirildiği üzere, bundan iki bin yıl önce Allah'ın “Kendi Katına yükselttiğini” (Nisa Suresi, 158) bildirdiği Hz. İsa (as) ahir zamanda yeryüzüne tekrar gelecek, Hz. Mehdi ile birlikte yeryüzünde barışın ve huzurun sağlanmasına Allah'ın izniyle vesile olacaktır. Üstelik son dönemlerde yaşanan birçok olay ve gelişme, bu değerli misafirin gelişinin iyice yakınlaştığını da göstermektedir. (En doğrusunu Allah bilir.) Adalete, huzura, düzene ve güzel ahlaka özlem duyanların beklentisi içinde oldukları kurtuluş, Allah'ın izni ile pek yakındır. Yaşanan pek çok gelişme, bu kurtuluşun yaklaştığının birer alametidir. Bu alametlere tanıklık eden insanlar, Allah'ın izniyle, Hz. İsa (as)'ın ve Hz. Mehdi'nin gelişinin yakınlaştığını umut edebilirler. Her bir alamet, bize, çok kutlu bir dönemde yaşadığımızın hatırlatıcısıdır. Asırlardır beklenen bu tarihi müjde-Allah'ın izniyle- gerçekleşmek üzeredir
. Hz. İsa ve Hz. Mehdi Döneminde Yaşanacak Olan Altınçağ
Peygamberimiz (sav)'den aktarılan pek çok hadiste Hz. İsa (as) ve Hz. Mehdi'nin, Allah'ın izniyle yeryüzünde İslam ahlakını hakim kılacağı kutlu bir dönemin yaşanacağı bildirilmektedir. Hadislerdeki bilgilere göre, "Altınçağ" adıyla anılan bu dönem yarım yüzyıldan fazla sürecek ve Peygamberimiz (sav)'in döneminde yaşanan "Asr-ı Saadet" benzeri bir devir olacaktır. Bu devreye "Altınçağ" ismi verilmiş olmasının sebebi ise Peygamberimiz (sav)'in, bu devri cennet benzeri özelliklerle tasvir etmiş olmasıdır. Allah'ın izniyle bu dönemde insanların huzur ve güven içinde yaşayabilmeleri için gereken her türlü şart mevcut olacaktır. Ahir zamanın ilk dönemlerinde yaşanan her türlü bozulma, kargaşa ve sıkıntı ortadan kalkacak, birbiri ardınca süregelen büyük felaketler, savaşlar, acılar son bulacaktır. Allah'ı inkar eden (Cenab-ı Allah’ı tenzih ederiz.) birtakım felsefi sistemlerin neden olduğu dejenerasyon, manevi boşluk ve ahlaki bozulma yerini tüm inanan insanların asırlardır özlemini duydukları, Kuran ahlakının hakim olacağı kutlu bir döneme bırakacaktır. Rabbimiz tüm insanları ahir zamanın büyük karmaşasından kurtaracak ve bolluğun, bereketin ve adaletin yaşanacağı bir nimete kavuşturacaktır. Tüm insanların çok büyük bir huzur, güven ve konfor içinde yaşayacakları bu ortamın en önemli sebeplerinden biri ise Müslümanların güzel ahlakı olacaktır. Zira Altınçağ'ın en önemli özelliği, insanların Kuran-ı Kerim'e bağlı ve Kuran ahlakının eksiksiz olarak yaşandığı bir dönem olmasıdır. İnsanlar Allah'tan korktukları ve ahirette tüm yapıp ettiklerinden sorguya çekileceklerinin bilincinde oldukları için bencillik, kin, öfke, haset gibi kötü ahlak özelliklerinden, yolsuzluktan, haksız kazanç elde etmekten, yalan söylemekten, insanların canına kast etmekten, rüşvet almaktan titizlikle sakınacaklardır. Bunların yerine insanlar arasında dürüstlük, yardımseverlik, fedakarlık, başkalarının iyiliğini, sağlığını, rahatını, güvenliğini düşünmek, sevgi, saygı, merhamet, vefa, sadakat gibi güzel ahlak özellikleri hakim olacaktır. Peygamberimiz (sav)'in bir hadisinde Altınçağ'da yaşanacak olan bu ahlak güzelliği şöyle ifade edilmiştir: Tabarani, Evsad'da Amr. B. Ali tariki ile Hz. Ali b. Ebi Talib'den tahric etti: ... Cenab-ı Hak İslam'ı nasıl bizimle başlatmışsa Onunla sona erdirecektir. Nasıl, bizimle onlar aralarındaki şirk ve adavetten (husumet ve düşmanlıktan) kurtulmuş ve kalplerine ülfet (dostluk) ve muhabbet (sevgi)yerleşmişse, (Onun gelişi ile) yine öyle olacaktır. (Kitab-ül Burhan Fi Alamet-il Mehdiyy-il Ahir Zaman, s. 20) Hiç kuşkusuz ki İslam dinini aslına döndürecek, insanların imanına vesile olacak, Müslümanlar arasında büyük bir birlik sağlayacak böylesine kutlu bir dönemde yaşıyor olmak Müslümanlar için çok büyük bir nimettir. Allah, Kuran'da hak din olan İslam ahlakını tüm dünyaya hakim kılacağını, inanan kullarına güç ve iktidar vereceğini vadetmiştir. Allah'ın izniyle gerçekleşecek olan bu vaad, Kuran'da şöyle bildirilmektedir: Allah, içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara va'detmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl 'güç ve iktidar sahibi' kıldıysa, onları da yeryüzünde 'güç ve iktidar sahibi' kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca Bana ibadet ederler ve Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkar ederse, işte onlar fasıktır. (Nur Suresi, 55) Hz. Mehdi'nin gerçekleşen yüzlerce çıkış alametle- rinden birkaçı şunlardır:
Afganistan'ın işgali
İran-Irak savaşı
Fırat'ın suyunun kesilmesi
Ramazan'da Ay ve Güneş tutulmaları
Kuyruklu yıldızın doğması
Kabe baskını ve Kabe'de kan akıtılması
Doğu tarafından bir ateşin görülmesi
Irak'ın işgali
Çölde batan ordu
Hz. Mehdi'nin çıkışından önce yaygın katliamlar meydana gelmesi
Dünyanın her yerini karışıklık ve kargaşanın kaplaması
Kadınlar ve çocukların dahi katledildiği fitnelerin yaşanması
Büyük şehirlerin yok olması
Depremlerin çoğalmasıHz. Mehdi'nin çıkışı ile ilgili hadislerin ard arda gerçekleşmesi belirli bir döneme işaret etmektedir. Açıktır ki tüm alametlerin Hicri 14. yüzyıl başından (1979-1980) itibaren sırayla ortaya çıkmaları, içinde bulunduğumuz dönemin Hz. Mehdi'nin yeryüzünde bulunuş yılları olduğunu çok net bir şekilde ortaya koymaktadır. (En doğrusunu Cenab-ı Allah bilir.) Ahir zaman alametlerine tanıklık eden insanlar, Allah'ın izniyle, Hz. İsa'nın ve Hz. Mehdi'nin gelişinin yakınlaştığını umut edebilirler. Her bir alamet, bize, çok kutlu bir dönemde yaşadığımızın hatırlatıcısıdır. Asırlardır beklenen bu tarihi müjde -Allah'ın izniyle- gerçekleşmek üzeredir.

Yaşam Dergisi2(Antioksidanlar Sağlığımızı Nasıl Korur?)

Araba egzozu, sigara dumanı, güneş ışınları, çevre kirliliği, yiyecek ve içeceklerdeki koruyucular ve katkı maddeleri sürekli olarak hücrelere saldırarak onlara zarar verirler. Bu da kanser, kalp hastalıkları gibi önemli hastalıkların oluşma riskini oldukça büyük bir oranda arttırır. Ancak vücutta yaşanan bu yıpratıcı etkilerin önlenmesi de yine Cenab-ı Allah’ın yaratma ilminin örneklerinden biri ile mümkün olmaktadır: Antioksidanlar… İçinde bulunduğumuz 21. yüzyılda yaşanan çarpıcı teknolojik gelişmeler, birçok yönden insan hayatını kolaylaştırırken, aynı zamanda birçok yeni zararlı maddeyi de beraberinde getirmektedir. Hemen hemen her gün maruz kalınan bu çok sayıdaki zararlı madde ise bir süre sonra vücuda zarar veren oksidanların (okside olmuş moleküllerin) oluşmasına neden olmaktadır. Tıp dünyasında üzerinde en çok çalışma yapılan konulardan biri bu oksidanların sebep olduğu zararları önlemenin ve sağlıklı yaşam sürdürmenin yollarıdır. Koruyucu hekimlik alanında sürdürülen çalışmalarda, doğal sebze ve meyvelerin insan vücudundaki etkisi her geçen gün daha da önem kazanmaktadır. Sebze ve meyvelerle alınan antioksidanların, hücrelerin deforme olmasına neden olan oksijenin ve vücuda giren zararlı maddelerin etkisine karşı koruyucu bir kalkan oluşturması bunun en önemli nedenidir.
Antioksidan Nedir?
Antioksidanlar, vücut hücreleri tarafından üretildiği gibi, gıdalarla da alınan bir grup kimyasal maddedir. Yapılan araştırmalar sonucu meyve ve sebzelerde antioksidan görevi gören yaklaşık 4000'den fazla bileşik olduğu saptanmıştır. Bunların arasında ise özellikle A, C ve E vitaminleri, çinko, selenyum, koenzim Q10 ve melatonin; kanser, kalp hastalıkları, felç ve katarakt gibi hastalıkları önlemekte ve yaşlanma sürecini yavaşlatmaktadır. Ancak bu noktada belirtilmelidir ki, antioksidanlar oluşmuş hastalığın tedavisini değil, hastalıkların önlenmesini sağlamaktadır.
Antioksidanlar Yaşlanma Sürecini Nasıl Yavaşlatır?
Antioksidanlar, hücrelere ve bağışıklık sistemine saldıran ve “serbest radikaller” diye adlandırılan moleküllere karşı koruyucu bir kalkan oluştururlar. Böylece serbest radikallerin yıkıcı etkilerini engeller, pek çok hastalığa ve erken yaşlanmaya neden olabilecek zincir reaksiyonları önlerler. Vücut için büyük risk oluşturan bu serbest radikallerin oluşumuna ise, petrokimya ürünleri, X ve UV ışınları, sigara dumanı, hava kirliliği hatta yiyecek ve içeceklerde bulunan koruyucular ve katkı maddeleri gibi bazı bileşikler neden olmaktadır. Serbest radikallerin bir başka ortaya çıkma nedeni de oksijendir. Her ne kadar tüm hayati fonksiyonlar için gerekli olsa da, solunum yoluyla vücudumuza giren oksijenin insan sağlığı için tehlikeli bir yanı da bulunmaktadır. Oksijen olmadan besin yoluyla alınan ve tüm hayati fonksiyonlar için gerekli olan enerjinin açığa çıkması mümkün değildir. Ancak tıpkı oksijenle temas eden bir metalin zamanla paslanması gibi oksijenin hücrede kullanılması sırasında çevredeki moleküller de okside olabilir. Bu şekilde ortaya çıkan ve kontrol altında tutulamayan serbest radikaller hücrenin protein, yağ ve genetik materyal gibi önemli maddelerine saldırır. Hücre harap olurken kimyasal reaksiyonlar zinciri başlar ve bu reaksiyonlar sonunda da daha çok serbest radikal ortaya çıkar. Ayrıca insan vücudu yaşlandıkça antioksidan savunma sistemleri de gücünü sürekli kaybeder. Hücrelerin kendi kendini tamir etme özelliği azalır. Tüm bu yıpratıcı gelişmeler sonucunda ise kanser, kalp hastalığı gibi hastalıkların riski artar. Vücutta her gün yaşanan bu yıpratıcı etkinin ortadan kaldırılmasının en etkin yolu ise ancak Yüce Allah'ın benzersiz örneklerle donattığı doğadaki sebze ve meyvelerin tüketilmesidir.
Sağlığı da Hastalığı da Veren Allah'tır
Hastalığı insanları denemek için vesile kılan Cenab-ı Allah, bu hastalıkların tedavi yöntemlerini de var etmiştir. Ayrıca insanları yaratan Rabbimiz, "O, yarattığını bilmez mi? O, Latif'tir; Habir'dir." (Mülk Suresi, 14) ayetinde bildirildiği üzere onların neye ihtiyaçları olduğunu da en iyi bilendir. Bu gerçek, sebze ve meyvelerde de tecelli etmektedir. Yediğimiz tüm yiyecekleri yaratan Cenab-ı Allah, yaşamımız boyunca ihtiyaç duyduğumuz tüm vitaminleri de bu yiyecekler içinde var etmiştir. Aynı zamanda vücudumuzda da üretilerek cildi koruyan, halsizliği ve hafıza zayıflığını önleyen antioksidanlar, Allah'ın insanların sağlıklı yaşaması için kusursuzca yarattığı nimetlerden bazılarıdır. Bir Kuran-ı Kerim ayetinde şöyle bildirilmektedir: ”Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız…” (Nahl Suresi, 18)
Antioksidanlar Hakkında Önemli Bilgi
Bazı uzmanlara göre antioksidan üretimi 25 yaşından itibaren yavaşlamaktadır. Bu nedenle ilerleyen yaşlarda daha fazla ek antioksidan alınmalıdır. Sebzeler ve meyveler pişirilince antioksidan değerleri azalır. Bu nedenle buharda pişirme yöntemi en uygun olanıdır. Antioksidanlar yalnızca sebze ve meyvelerde bulunmaz. Zeytinyağı, soya yağı gibi bitkisel sıvı yağlar, fındık, tüm tahıllar, buğday ve tohumu, kahverengi pirinç, soya fasulyesi, mercimek, balık yağı ve selenyum açısından zengin olan balıkta da bulunur.
Neden koyu renk sebze ve meyveler antioksidanyönünden daha zengindir?
Sebze ve meyveler de insanderisi gibi güneşin zararlı etkilerinden korunmak için pigmentlerini artırırlar. Bunun sonucunda ise renkleri koyulaşır. Sebze ve meyvelerin asıl antioksidan özellikleri ise pigment kısımlarında bulunur. Bu nedenle bir sebzenin rengi ne kadar parlak ve koyuysa o kadar antioksidan özellik taşıyor demektir. O, gökten su indirendir. Bununla herşeyin bitkisini bitirdik, ondan bir yeşillik çıkardık, ondan birbiri üstüne bindirilmiş taneler türetiyoruz. Ve hurma ağacının tomurcuğundan da yere sarkmış salkımlar, -birbirine benzeyen ve benzemeyen- üzümlerden, zeytinden ve nardan bahçeler (kılıyoruz.) Meyvesine, ürün verdiğinde ve olgunluğa eriştiğinde bir bakıverin. Şüphesiz inanacak bir topluluk için bunda gerçekten ayetler vardır. (En’am Suresi, 99)

Yaşam Dergisi2(Karıncalar Yönünü Nasıl Buluyor?)

Bulunduğumuz yerden başka bir ülkeye ya da başka bir şehre giderken yönümüzü bulmamızı sağlayacak yardımcılara ihtiyacımız vardır. Özellikle de gittiğimiz yer hiç bilmediğimiz bir yer ise mutlaka bir pusulamız, bir de haritamız olması gerekir. Harita insana nerede olduğunu, pusulaysa nereye gideceğini gösterir. Biz bunları kullanarak ve bilen kimselere danışarak yolumuzu buluruz ve kaybolmayız. Peki diğer canlıların yönlerini nasıl bulduklarını hiç düşünmüş müydünüz? Örneğin bir çölde yiyecek arayan karıncanın yuvasına her seferinde nasıl geri döndüğü hiç aklınıza gelmiş miydi? Tunus'un Akdeniz kıyısında yaşayan siyah çöl karıncası (altta resimde görülen) çölde yuva yapan canlılardan biridir. Bu karınca türü ne pusula ne de harita kullanmamasına rağmen uçsuz bucaksız çölde yönünü her zaman hatasız olarak belirleyebilir ve yuvasına geri dönebilir. Çöllerde sıcaklık sabah güneşinin yükselmesiyle birlikte 70 dereceye kadar yükselir. Karınca da çöl kumunun bu muazzam sıcağında yuvasından besin aramak için çıkar. Yuvasından başlayarak 200 metre uzağa kadar varabilen bir alanda sık sık durarak ve olduğu yerde dönerek dolambaçlı bir yol izler. Bu yolu haritada görebilirsiniz. Ancak bu zikzaklar yüzünden karıncanın kaybolacağını düşünmeyin. Çünkü karınca, yiyeceğini bulduğu anda, hemen yuvasına doğru, düz çizgi şeklinde bir yol izleyerek geri döner. Karıncanın bu yolculuğu kendi boyutları ile kıyaslandığında, bir insanın çölde 35-40 km dolaştıktan sonra başladığı noktaya dümdüz bir yoldan dönmeyi başarması gibidir. Peki karınca bir insan için neredeyse imkansız olan bu işi nasıl başarır? Karıncanın gözlerinde özel bir yön tayin sistemi vardır. Cenab-ı Allah'ın onun gözlerine yerleştirdiği bu sistem, bütün yön bulma aletlerinden üstündür. Çünkü bizim göremediğimiz bazı ışınları görebilen karınca, bunları kullanarak çevresine baktığı anda yön tayini yapabilir, kuzey neresi, güney neresi anlayabilir. Bu sayede yuvasının ne tarafta olduğunu tahmin edebilen canlı, geri dönerken hiçbir zorluk çekmez. İnsanlar ışığın özelliklerinden çok yakın bir dönemde haberdar olmuşlardır. Ancak karınca, ışığın insanlar tarafından yeni öğrenilen bir özelliğini doğduğu andan itibaren bilmekte ve kullanmaktadır. Tüm çöl karıncaları dünyadaki ilk günlerinden itibaren şu andaki gözlerine sahiptir. Bu gözleri onlar için üstün ilim sahibi olan Allah yaratmıştır.

Yaşam Dergisi2(Hudeybiye Savaşı)

Peygamber Efendimiz (sav) ve ashabının Hicretten 6 sene sonra Kabe'yi ziyaret maksadıyla Mekke'ye gitmek istemeleri ve bunun müşrikler tarafından engellenmesi üzerine çıkan olaylardan sonra Müslümanlarla Mekkeli müşrikler arasında yapılan anlaşmadır. Anlaşmaya göre;
Müslümanlarla müşrikler on yıl süreyle savaşmayacaklar, birbirlerine saldırmayacaklardı.
Müslümanlar o yıl Kabe'yi ziyaretten vazgeçerek geri dönecekler, ancak gelecek yıl umre yapacaklar, müşriklerin boşaltacağı Mekke'de üç gün kalacaklar ve yanlarında yolcu kılıçlarından başka silah taşımayacaklardı.
Arap kabileleri istedikleri tarafla anlaşma yapmakta serbest olacaklardı.Hudeybiye anlaşmasının en önemli sonuçlarından biri siyasî yönüdür. Anlaşmadan önceki dönemde Mekkeli müşrikler, Medine İslam toplumunun varlığını tanımamış hatta Müslümanları yok etmek amacıyla Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında olduğu gibi birçok girişimde bulunmuşlardı. İşte bu anlaşma ile ilk kez müşrikler Medine İslam toplumunu resmen tanımış oluyorlardı. Bu durum İslam'ın kabileler arasından büyük bir önem kazanmasına neden oldu. Anlaşmadan önce Müslümanlarla müşrikler arasında hemen hiçbir ilişki yoktu. Hudeybiye'den sonra ise iki taraf arasındaki ticari ilişkiler başladı. Peygamber Efendimiz (sav) istediği yerde İslam ahlakını rahatça tebliğ etme imkanına kavuştu. Bu vesileyle hem Mekke'de, hem de çevre kabileler arasında Müslüman olanların sayısı hızla arttı.
İslami Terimler Sözlüğü
Hatemü’l Enbiya Ne Demektir?
Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'in "Peygamberlerin sonuncusu" anlamına gelen vasıflarından biridir. Bu vasıf, Kur'an-ı Kerim'de şu şekilde geçmektedir: “Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir; ancak o, Allah'ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusu (hatemü'n-nebiyyin)'dur.” (Ahzab Suresi, 40)
Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'in "Peygamberlerin sonuncusu" anlamına gelen vasıflarından biridir. Bu vasıf, Kur'an-ı Kerim'de şu şekilde geçmektedir: “Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir; ancak o, Allah'ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusu (hatemü'n-nebiyyin)'dur.” (Ahzab Suresi, 40)
Müslüman Bilim Adamları
Harizmi
9. yüzyılda Hârizmi'de dünyaya geldiği için Hârizmi adıyla anılan ünlü bilim adamı. Matematik, astronomi ve coğrafya alanlarında araştırma yapmıştır. Aritmetik ve cebirle ilgili iki yapıtı, matematiğin gelişimini büyük ölçüde etkilemiştir. Bu eserlerin en dikkat çeken yönü, açıların trigonometrik fonksiyonlarla ifade edildiğini gösteren birtakım tablolar içermesidir. Hârizmi, Batlamyus'un Coğrafya adlı yapıtını, Kitâbu Suretil-Ard (Yerin Biçimi Hakkında) adıyla Arapçaya çevirerek, matematiksel coğrafyaya ilişkin bilgilerin İslam dünyasına girmesinde önemli bir rol üstlenmiştir. Hârizmi'nin hazırladığı astronomi tabloları asırlarca ilim dünyasında kaynak olarak kullanılmıştır. Astronomi için gerekli trigonometri bilgisi ve trigonometri cetvelleri de bulunmaktadır.

Yaşam Dergisi2(İslam Alimlerimiz Diyor ki...)

"Hiçbir şey kalpten çıkanlar kadar kalbe fayda vermez. Kalp ne kadar saf ve Allah'a adanmış olursa, o kadar büyük bir faydaya erişir." (Hz. Ömer (ra) ) "İnsanları sev ve kimseyi kendinden alçak görme. Tevazu sahibi ol, zira en halis ziynet alçakgönüllülüktür. Mütevazı olan kimse, en güzel ziyneti takınmıştır. Kimseyi kendinden aşağı görme. Hayatta haset etmeden say, kıskanmadan sev. Bazı insanlar, başkasındakini istemez. Öyle olma. Gıpta et, fakat haset etme. Zira Allah’ın huzuruna fesatla çıkılmaz." (Süleyman Hilmi Tunahan) "Nefsini suçlayan kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, bağışlanma diler. Bağışlanma dileyen Allah'a sığınır. Allah'a sığınan şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse affa müstehak (layık) olur." (Bediüzzaman Said Nursi) “… Ancak tam ihlas sahibi, yani sırf Allah’ın rızasına talip olanlar kulluk vazifelerini hayatlarının sonuna kadar yüksek gönül enginliğiyle idame ettirirler (sürdürürler), yorulmak nedir bilmezler. Şüphesiz ki bu da şanı Yüce Allah Teala’nın tevfiki (Allah’ın yardımına kavuşma) iledir.” (Musa Topbaş) "Akıllı ve uyanık bir kimse isen, dünyaya gönül bağlama. Şeytan seni kandırıp dünyaya meylettirirse, seni emri altına almış demektir. Bundan sonra felaketten felakete sürüklenirsin de hiç haberin olmaz." (Hoca Ahmed Yesevi)

Yaşam Dergisi2(Evreni Saran Yaratılış Delilleri)

Evren Her An Koruma Altındadır
Hem bizlerin hem de evrendeki canlı cansız tüm varlıkların ayakta kalmaları ve korunması, Cenab-ı Hakk'ın eksiksiz olarak yarattığı muhteşem bir sistemin, hassas ve kusursuz bir biçimde işlemesiyle mümkün olmaktadır. Güneş Sistemi'ndeki tüm komşularının aksine, Dünya yaşam dolu bir gezegendir. Gökyüzünde, karada ve denizlerde son derecede uyumlu bir yaşam dengesi vardır. Birbirlerinden çok farklı yapılara, renklere ve özelliklere sahip milyonlarca hayvan, bitki, böcek ve deniz canlısı, bu özel gezegen üzerinde hep birlikte yaşam sürer. Diğer gezegenlerdeki ortam ise, Dünya'da var olan şartlardan yalnızca birinin dahi olmaması durumunda her şeyin nasıl farklı olduğunu görmek için kafidir. Dünyamız, atmosferinden yeryüzü şekillerine, elementlerinden Güneş'e olan mesafesine kadar her türlü dengesiyle, tamamen yaşam için özel olarak yaratılmıştır. Bu sistemin devamı için her an, evrenin her noktasında ayrı bir mucize gerçekleşmektedir. Dünya üzerindeki canlılığın yaratılışı kadar devamlılığının sağlanması da büyük bir mucizedir. Bu devamlılık, yaşam için var edilmiş çok özel koşullarla sağlanmıştır. Bu özel koşullardaki çok küçük değişiklikler bile dünyada büyük felaketlere sebebiyet verebilir. Fakat Dünya mucizevi bir biçimde, üzerinde var olan tüm canlılığı koruyup gözetecek hassaslıkta pek çok özellikle yaratılmıştır. Bütün bunlar vesilesi ile Dünya'da -tüm komşularının aksine- olağanüstü güzel bir yaşam alanı sunulmuştur. Dünyanın bu kusursuz yaratılışı Cenab-ı Allah'ın insanlara çok büyük bir ihsanıdır. Allah yeryüzünü, canlıların varlığı ve faydası için özel olarak yaratıp hazırladığını pek çok ayette bildirmektedir. Bu ayetlerden bazıları şöyledir: "Ki (Rabbim), yeryüzünü sizin için bir beşik kıldı, onda sizin için yollar döşedi ve gökten su indirdi; böylelikle bununla her tür bitkiden çiftler çıkardık. Yiyin ve hayvanlarınızı otlatın. Şüphesiz, bunda sağduyu sahipleri için elbette ayetler vardır." (Taha Suresi, 53-54)
Dünya Meteorlardan Nasıl Korunuyor?
Şu anda farkında dahi olmasak da atmosferin üst tabakalarında bir meteor yağmuru yaşanmaktadır. Ancak Allah'ın kusursuz yaratışı ve rahmeti vesilesi ile Dünyamızı çevreleyen atmosfer sayesinde her an büyük felaketlerden korunmaktayız. Saniyede ortalama 40 kilometre hızla Dünyamıza yönelen meteorlar, atmosfere girdikten sonra sürtünme etkisiyle yanmaya başlar. Bu ”kozmik bombalar” doğal bir kalkan görevi gören atmosfer sayesinde bize ulaşmadan eritilir. İstatistiklere göre yılda ortalama 50.000 meteor, atmosfer tarafından bu şekilde zararsız hale getirilir. Ancak esas büyük tehlikeyi, dev göktaşları oluşturur. Bunlardan herhangi birinin Dünya'ya düşmesi durumunda büyük bir felaket yaşanabilir. Fakat her yıl Dünyamıza yönelen 10.000 tondan fazla göktaşı, atmosfere girdiğinde sürtünmenin etkisiyle erimekte ve bu sayede Dünya'daki canlılar için hayati tehlike oluşmamaktadır. Kuşkusuz bu, Allah'ın 'Rahman' ve
'Rahim' sıfatlarının bir tecellisidir. Bu gerçek bir ayette şöyle bildirilmiştir: "Gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık; onlar ise bunun ayetlerinden yüz çeviriyorlar." (Enbiya Suresi, 32)
Güneş Sistemi'nde Sürekli Korunan Gizli Denge
Güneş Sistemi'nin yapısını incelediğimizde, her detayda çok hassas bir denge ve ince bir ayar ile karşılaşırız. Örneğin gezegenleri dondurucu soğukluktaki dış uzaya savrulmaktan koruyan etken, Güneş'in "çekim gücü" ile gezegenlerin "merkez-kaç kuvveti" arasındaki dengedir. Güneş sahip olduğu büyük çekim gücü nedeniyle tüm gezegenleri kendine çeker. Onlar da dönmelerinin verdiği merkez-kaç kuvveti sayesinde bu çekimden etkilenmezler. Ancak;
Eğer gezegenlerin dönüş hızları biraz daha yavaş olsaydı, o zaman bu gezegenler hızla Güneş'e doğru çekilirler ve sonunda Güneş tarafından büyük bir patlamayla yutulurlardı.
Eğer gezegenler daha hızlı dönseler, bu sefer de Güneş'in gücü onları tutmaya yetmeyecek ve gezegenler dış uzaya savrulacaklardı. Oysa çok hassas olan bu denge her an her saniye kusursuz bir biçimde işlemektedir.
Yüce Allah Asimdir (Koruyandır)
Evrende her an yaşanan mucizelerden yazımızda yer verebildiğimiz birkaç örnek de göstermiştir ki; Cenab-ı Allah, gökleri ve yeri kontrolü altında tutmakta, evrendeki tüm canlıları bildikleri veya bilmedikleri büyük tehlikelere karşı her an korumaktadır. Tüm bunlarda düşünen insanlar için ibretler bulunduğunu Allah bir ayetinde şöyle haber vermektedir: "Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün art arda gelişinde, insanlara yararlı şeyler ile denizde yüzen gemilerde, Allah'ın yağdırdığı ve kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her canlıyı orada üretip-yaymasında, rüzgarları estirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk için gerçekten ayetler vardır." (Bakara Suresi, 164)

Yaşam Dergisi2(Müslümanlar Tevekkülsüz Konuşmalardan Sakınırlar)

Allah'a çağıran, salih amelde bulunan ve: "Gerçekten ben Müslümanlardanım" diyenden daha güzel sözlü kimdir?” (Fussilet Suresi, 33) Müslümanların konuşma üslubunun mükemmelliği ile din ahlakına göre yaşamayan kimselerin konuşma üslubu arasında keskin farklılıklar vardır. Bu farklılıklardan biri de din ahlakından uzak bir ruh halinde yaşayan kişilerin, hoşlanmadıkları bir durumla karşılaştıklarında tevekkülsüz, umutsuz konuşmalar yapmaları ve konuları çözümsüzmüş gibi göstermeleridir. Oysa Kuran ahlakına uygun olan, insanın Allah'ın her an kendisiyle beraber olduğunu, ağzından çıkan her sözü duyduğunu, ahirette O'nun huzurunda hesap vereceğini bilerek ve her durumda O'na tevekkül ederek konuşmasıdır. "Ne yapacağım ben şimdi?", "Nasıl bu hale geldim?", "Neden işler istediğim şekilde gelişmiyor?", "Bu işin içinden nasıl çıkacağım?", "Keşke şöyle yapmasaydım" benzeri ifadeler, Kuran ahlakına uygun olmayan konuşmalardır. Çünkü böyle bir konuşma tarzı, kişinin Allah'ın her şeyi bir kader dahilinde yarattığı gerçeğini unuttuğunu ve içinde bulunduğu olumsuz ve ümitsiz ruh halini gösterir. Bu nedenle de bu umutsuz konuşmalar, çok basit konuları dahi çözümsüz hale getirebilir. Oysa insanlar günlük hayat içerisinde kimi zaman ummadıkları, istemedikleri ya da hoşlanmadıkları olaylarla karşılaşabilirler. Ancak bunların her biri, "O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı..." (Mülk Suresi, 2) ayetiyle bildirildiği gibi, insanların denenmesi için özel olarak yaratılan durumlardır. Bu nedenle iman edenler, başlarına gelen olay her ne kadar zor ya da olumsuz gibi görünse de, Cenab-ı Allah'a güvenir ve Rabbimiz'in her olayda bir hayır takdir ettiğini bilirler. Bunun sonucunda mümin bir kişinin kalbinde yaşadığı bu güven ve teslimiyet de, Allah'ın izniyle ahlakına ve konuşmasına yansır.
Müslümanların Ümitvar Konuşma Adabı
Bir Müslümanın teslimiyeti ve tevekkülü, konuşmalarından açıkça anlaşılır. Bir an bile olsa yaşadığı olaylar hakkında 'neden ya da niçin böyle oldu?' gibi sözler sarf etmez ve düşünmez. Allah'ın inananlar için herşeyi en güzel ve en kusursuz şekilde yarattığını, olumsuz gibi görünen bir olayın aslında kişiye pek çok yönden hayır getirebileceğini bilerek konuşur. Allah, Kuran-ı Kerim'de "...Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz." (Bakara Suresi, 216) ayetiyle bu durumu insanlara bildirmiştir. Dolayısıyla, aksilik gibi görünen bir olayla karşılaşıldığında samimi bir Müslüman, Allah'ın her şeyi hayır ile yarattığını ve her şeyin hayırlara vesile olacağını düşünür. Konuşmalarına da bu düşüncesi hakimdir. Hiçbir zaman din ahlakından uzak yaşayan insanların "Eyvah, keşke, maalesef, nasıl yaptım böyle bir şeyi?" şeklindeki şikayet eden, tevekkülsüz ve umutsuz üslubunu andıracak ifadeler kullanmaz.
Kuran-ı Kerim'de Tevekküllü Üslup Emredilmiştir
Allah Kuran-ı Kerim'de müminlere, "De ki: "Allah'ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isabet etmez. O bizim Mevlamızdır. Ve müminler yalnızca Allah'a tevekkül etmelidirler." (Tevbe Suresi, 51) ayetiyle zorluklar karşısında nasıl bir üslupları olması gerektiğini bildirmektedir. Yine bir başka ayette ise "Onlara bir musibet isabet ettiğinde, derler ki: "Biz Allah'a ait (kullar)ız ve şüphesiz O'na dönücüleriz." (Bakara Suresi, 156) buyrularak, müminlerin kaderin ve her olayın hayırla yaratıldığının şuurunda olan, teslimiyetli bir üslup kullandıkları haber verilmiştir. Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) de bir hadislerinde tevekkül ile ilgili olarak şöyle buyurmuşlardır: “Ebû Hureyre (r.a.) Resûlullah (sav)'ın şöyle buyurduğunu haber vermiştir: "Kuvvetli mü'min, Allah Katında zayıf mü'minden daha hayırlı, (daha üstün) ve daha sevimlidir. (Bununla beraber) her ikisinde de hayır vardır. Sana yararlı olan şeyi elde etmeye çalış. Allah'tan yardım dile ve asla acz gösterme. Başına birşey gelirse, ''Eğer (keşke) şöyle yapsaydım, şöyle olurdu!'' diye hayıflanıp durma. ''Allah'ın takdiri bu. O, ne dilerse yapar.'' de. Çünkü "eğer (keşke)" kelimesi, şeytanı memnun edecek işlerin kapısını açar."” (Müslim, Kader 34. Tercüme: İsmail L. Çakan, Hadislerle Gerçekler, Erkam Yayınları, İstanbul 1990, s.231) Tevekkül edildiğinde, Allah'ın izniyle her şey çok kolaylaşır. Tevekkülsüzlükte ise, hayatın her detayı insanlar için ayrı bir zorluk, ayrı bir sıkıntı ve ayrı bir azaba dönüşür. Başlarına gelen olayların Allah'tan olduğunu düşünmeyen kişiler, karşılarına çıkan tüm aksaklıkları ve sorunları kendilerinin çözeceklerini sanarak müthiş bir sıkıntıya girerler. Oysaki her ne yaparlarsa yapsınlar, Allah dilemedikçe hiçbir konuya çözüm getirmeleri mümkün olmaz. Çözüm bulduklarında, bu da yine ancak Allah'ın emri ile gerçekleşir. Bu nedenle tevekküllü bir insan, tüm çözümleri dener, elinden gelen tüm gayreti gösterir, ancak sonucu yaratacak olanın Allah olduğunu bildiği için, bunları huzur ve rahatlık içerisinde yapar.
Tevekküllü Konuşma Üslubu En Etkili Üsluptur
Tevekküllü konuşma üslubu, önemli bir iman alameti ve dünya üzerindeki en etkili konuşma şeklidir. Bu etkinin gücü ise müminlerin imanlarından ve samimiyetlerinden kaynaklanır. Zira Müslümanların, sözleriyle yaşadıkları birbirini tasdik eder niteliktedir; konuşmaları, gerçekten inandıklarını ve hissettiklerini yansıtır. Bu nedenle de tevekküllü konuşan Müslümanlarla karşılaşan kişiler, çoğu zaman büyük bir hayranlık duygusuna kapılırlar. Tevekküllü konuşma üslubunun bir başka önemli etkisi de, 'insanların kalplerine huzur, neşe ve ferahlık vermesi'dir. Çünkü Allah "...Haberiniz olsun; kalpler yalnızca Allah'ın zikriyle mutmain olur." (Rad Suresi, 28) şeklinde buyurmuştur. Allah'ı unutmadan, O'nun rızasına uygun olarak yapılan her konuşma insanların kalplerine huzur ve neşe verir. Allah'a tevekkül eden bir konuşma üslubunun insanlar üzerinde oluşturduğu bir başka etki ise 'ümidi ve şevki artırması'dır. Hayatlarının her anında Kuran ahlakına uygun bir üslupla konuşan insanlar kendilerine olduğu kadar birbirlerine de sürekli Kuran ahlakına uygun bir telkin yapmış olurlar. Cenab-ı Allah'a güvenmeyi, müminlerin en zor anlarda bile ümitvar olmaları gerektiğini, kaderin en güzel şekilde geliştiğini ve bunlara benzer gerçekleri birbirlerine hatırlattıkları için doğal olarak bu yönlerde güç kazanırlar. Kısacası Müslümanın konuşması, etrafına sürekli hayır ve bereket getiren bir kaynaktır; sadece müminlerin kendi ahiretleri açısından değil, aynı zamanda tüm insanlara yönelik önemli bir ibadettir. Nitekim Allah Kuran'da "güzel bir sözün" insanlar için daimi bir hayır kaynağı olduğunu en güzel örnekle haber vermektedir: Görmedin mi ki, Allah nasıl bir örnek vermiştir: Güzel bir söz, güzel bir ağaç gibidir ki, onun kökü sabit, dalı ise göktedir. Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Allah insanlar için örnekler verir; umulur ki onlar öğüt alır-düşünürler. Kötü (murdar) söz ise, kötü bir ağaç gibidir. Onun kökü yerin üstünden koparılmış, kararı (yerinde durma, tutunma imkanı) kalmamıştır. (İbrahim Suresi, 24-26) Ümitsizliğe kapılan ve bunu sözleriyle belirten bir kişiye itibar etmek, onu haklı bulduğunu gösteren ifadeler kullanmak da aynı derecede hatalı bir tavırdır. Böyle bir ortamda, ümitsiz konuşmalar yapan kişinin çevresinde bulunan kişiler ona katılmak yerine onu içinde bulunduğu olumsuzluktan çıkartacak şekilde davranmalıdırlar. Tevekküllü bir üslupla Allah'ın her şeyi hayırla yarattığını hatırlatmak bir an gaflete düşen kişilerin Allah'ın izniyle içinde bulundukları yanlış tavrı anlamalarına vesile olacaktır. Cenab-ı Allah, samimiyetlerine karşılık müminlere en güzel, en doğru ve en hikmetli konuşmaları yaptırır. Bu gerçeği bilen bir mümin, bu konuda son derece teslimiyetli ve rahattır. İmanı tam olarak yaşamayan kimseler ise, kalplerinde gizledikleri kötülüğün konuşmalarıyla birlikte açığa çıkmasından tedirgin olurlar. Ancak ne kadar ihtimam gösterirlerse göstersinler, konuşmalarının kendilerini ele vermesine engel olamazlar. Çünkü din ahlakına uygun şekilde konuşmak teknik bir çalışma ya da dikkat sonucunda değil, ancak samimi iman ile kazanılan bir özelliktir. Bu, Allah'ın bir kanunu ve müminlere sağladığı bir kolaylıktır. Kader mutlaka olması gerektiği gibi yani Allah'ın dilediği şekilde gelişir. Bu nedenle "şöyle olsaydı böyle olurdu" gibi yanlış mantıklar öne sürerek hüzne ya da pişmanlığa kapılmak yersizdir. Yaşanan neyse en hayırlısı odur.

Yaşam Dergisi2(Kuran-ı Kerim'de Geçen İsimler: İncir)

"İncire ve zeytine andolsun" (Tin Suresi, 1) Tin Suresi'nin birinci ayetinde Allah'ın incire "andolsun" şeklinde bildirmesi, bu meyvenin faydaları açısından son derece hikmetlidir. İncir herhangi bir meyve ya da sebzeye göre en yüksek lif içeriğine sahiptir. Sadece 1 adet kuru incir 2 gram lif sağlamaktadır, ki bu tavsiye edilen günlük ihtiyacın %20'si'dir. Son 10-15 yılda yapılan araştırmalar, bitkisel gıdalarda bulunan liflerin sindirim sisteminin düzgün olarak çalışması açısından çok önemli olduklarını ortaya koymuştur. Besin olarak alınan lifin sindirime yardımcı olduğu ve bazı kanser türlerinin riskini azaltmada etkili olduğu bilinmektedir. Bu nedenle beslenme uzmanları lif alımını artırmanın ideal bir yolu olarak, lif açısından zengin olan incir tüketimini tavsiye etmektedirler. George Washington Üniversitesi Tıp Merkezi'nde Hastalıklara Karşı Korunma Enstitüsü'nün başkanı Dr. Oliver Alabaster, incirden şu ifadelerle bahsetmektedir. “...Burada gerçek anlamda sağlıklı ve yüksek lif oranına sahip bir besini ekleme imkanı bulunmaktadır. İncirleri ve diğer yüksek lif oranına sahip besinleri sıklıkla tercih etmek ömür boyu sağlığınız açısından önem taşımaktadır.”

Yaşam Dergisi2(Hareket Sistemimiz Nasıl Çalışıyor?)

Yürümeye başlamadan önce hiçbir zaman kendimize "Acaba adımımı hangi açıyla atmalıyım?", "Şöyle basarsam dengemi kaybeder miyim?", "Şu engeli aşmak için ayağımı ne kadar yukarı kaldırmalıyım?", "Çok kaldırırsam düşer miyim?"gibi sorular sormayız. Çünkü yürümek, daha çok küçük yaşlardan itibaren bizim için her zaman çok basit bir işlem olmuştur. Ancak bizim rahatlıkla başardığımız “yürüme hareketi”, gerçekte son derece kompleks yaratılmış bir sistemin işlemesi sonucunda gerçekleşir. Yürüme ve hareket kabiliyeti insan vücudunda en ince detayına kadar özel olarak yaratılmıştır. Yalnızca insanda değil bütün canlılarda, yürümek için yaratılmış olan sistemler tüm özellikleriyle Allah'ın yaratma sanatındaki sonsuz kudreti bizlere göstermektedir.
Tonlarca Ağırlığı Kaldırabilen İskelet Sistemimiz
Yürümenin ilk şartı vücudu taşıyan özel bir sistemin var olmasıdır. Vücudumuzdaki taşıyıcı sistem, diğer organları taşıyabildiği gibi ekstra yükleri ve zorlanmaları da kaldırabilir. Örneğin; uyluk kemiği, dikey durumda bir ton ağırlığı kaldırabilecek kapasitededir. Ancak iskelet sistemimizin özellikleri bundan ibaret değildir. Kemiklerin ana görevi vücudu taşımaktır. İnsan vücudunun ağırlığının yaklaşık %20'sini kemikler oluşturur. Yani 16 kilogram ağırlığında kemik, 80 kilo ağırlığında bir insan bedenini taşır. Atılan her adımda bu kemiğimize, vücut ağırlığımızın üç katı kadar bir yük binmektedir. Hatta sırıkla yüksek atlama yapan bir atlet yere inerken kalça kemiğinin her santimetrekaresi 1400 kiloluk bir basınca maruz kalır. Peki, bu yapıyı, bu kadar kuvvetli kılan nedir? Sorunun cevabı kemiklerin eşsiz yaratılışında gizlidir.
Katı Çelikten Daha Sağlam Kemik Yapısı…
… İnsanoğlunun kullandığı en sağlam ve kullanışlı malzemelerden biri çeliktir. Çünkü çelik hem sağlam, hem de esnek bir maddedir. Ancak kemikler katı çelikten daha sağlamdır. Üstelik kemik, çelikten 10 kat daha esnektir. Kemikler hafiflik bakımından da çelikten daha üstündür. Çünkü çelik, insan iskeletine kıyasla 3 kat daha ağırdır.
Kemiklerin İçi Tamamen Dolu Olsaydı
… Kemiklerin iç yapısı, insanların binalarda ve köprülerde kullandığı kafes yapı sistemine benzer. Kemiklerin içindeki sistem, insanların geliştirdiğinden çok daha üstün ve karmaşıktır. Bu yapı kemiklerin, hem son derece sağlam, hem de çok hafif olmasını sağlar. Kemiklerin içi, dışı gibi sert ve tamamen dolu olsaydı, kemikler taşıyabileceğimizden ağır olurdu. Tek bir adım atmak için çok büyük kuvvet ve enerji harcamak zorunda kalırdık. Üstelik içi dolu olan kemikler daha sert ve kırılgan hale gelirdi. Atılan ilk adımda ya da sıçramada hemen çatlar veya kırılırlardı
Ağır Yük Taşıyan Omurga
İnsanın rahat hareket edip yürüyebilmesini sağlayan bir başka yapı, omurgadır. Omurga, "omur" denilen 33 tane küçük yuvarlak kemiğin birbirlerinin üzerine dizilmesiyle oluşur. Bu kemiklerin içine de omurilik isimli çok önemli bir sinirsel iletişim ağı döşenmiştir. İskelet sistemimizde vücudun üst kısmının ağırlığını omurga taşır. Her adım atışımızda omurgamızı meydana getiren omurlar, birbirlerine sürtünecek şekilde hareket ederler. Bu durumda omurların zaman içinde aşınarak yapılarının bozulması beklenebilirdi. Ancak hiçbir zaman böyle olmaz. Omurların arasına yerleştirilmiş olan kıkırdak yapılı diskler otomobil tekerleklerindeki yükü emen amortisörler gibi çalışarak aşınmayı engellerler. Omurganın S şeklinde kıvrımlı yapısı, üzerindeki yükün eşit dağıtılmasını sağlar. Yürümek için attığınız her adımda, vücut ağırlığınız nedeniyle yerden vücudunuza doğru bir tepki kuvveti gelir. Bu kuvvet, omurganın sahip olduğu amortisörler ve "kuvvet dağıtıcı" kıvrımlı şekli sayesinde, vücuda zarar vermez
Kemiklere Destek Veren Ayaklar
Yürüme esnasında en önemli görevi üstlenen bölüm ayaklardır. Ayak tabanındaki kavisli şekil vücut ağırlığına karşı, kemiklere destek verecek özelliğe sahiptir. Bu kavisten yoksun olan düz taban kişiler, bu yüzden yürüme zorluğu çekerler. Kemerli yapılar taşıyıcı sistemlere dayanıklı hale getirdiği için insanların yaptığı binalarda ve köprülerde de kullanılır.
Kaslardaki Mikroskobik Motorlar
Yapısı ne kadar mükemmel olursa olsun taşıyıcı sistemin varlığı yürümek için tek başına yeterli değildir. Taşıyıcı sistemi hareket ettirecek bir kas sisteminin varlığı şarttır. Vücudumuzdaki hareketleri sağlayan kaslar, bünyelerinde milyarlarca küçük mikroskobik motor barındırırlar. Bu söz konusu motorlar, "kas liflerimiz"dir. Vücudunuzda 6 milyardan fazla motor vardır. Bu küçük motorlar bize su içirir, araba kullandırır, yürütür, konuşturur, kalbimizi attırır, gözümüzü kırptırır, nefes aldırır, yemek yedirir, boynumuzu çevirmemizi sağlar.
Kaslar ve Kemikler Birbirine Nasıl Bağlanır?
İnsanın yürüyebilmesi dahası hareket edebilmesi için kasların ve kemiklerin birbirine bağlanmasının da ayrı bir önemi vardır. Kaslar, kemiklere özel bir yapı ile bağlanırlar. Eğer bu bağ şimdikinden daha gevşek olsaydı kemik kastan ayrılırdı. Daha sıkı olsaydı kaslar hareket edemezdi. Şüphesiz bu bağlayıcı dokunun yapısını belirleyen ne kemikler, ne kaslar ne de bu dokuyu oluşturan hücrelerdir. Hücrenin de, dokunun da bir bilinci yoktur. Bu bilgilerin herhangi bir şekilde hücreye yerleştirilmesi de mümkün değildir. Dolayısıyla hücrelere bilgileri yerleştiren, nasıl davranmaları gerektiğini öğreten, kısacası onları yöneten güç, Cenab-ı Allah'a
aittir.
Vücuttaki Hassas Denge Mekanizması
Yürüyebilmenin dahası hareket edebilmenin olmazsa olmaz şartlarından biri de dengedir. Ne kadar mükemmel bir kas ve iskelet sisteminiz olsa da, bu sistem olmadan dengenizi sağlayamazsanız. Tüm bedenimizi her saniye sürekli olarak kontrol eden ve ayarlar yapabilen denge sistemimizin önemli bir parçası iç kulakta yer alır. Bu son derece küçük ve kompleks bir sistemdir. Sistem 6,5 mm çapında içi özel bir sıvı ile dolu kanallar ve bu kanallarda algılayıcı olarak çalışan tüycüklü hücrelerden oluşur. Biz başımızı sağa sola çevirdiğimizde, yürüdüğümüzde ya da herhangi bir hareket yaptığımızda, bu yarım dairelerin içindeki sıvı hareket eder ve tüycükleri titreştirir. Tüycüklerdeki bu titreşim, aynı salyangozda olduğu gibi tüycüklerin bağlı olduğu hücrelerin iyon dengesini değiştirir ve elektrik sinyali üretir. İç kulaktaki labirentte üretilen bu elektrik sinyalleri, labirentten çıkan sinirler aracılığıyla beynimizin arka tarafındaki "beyincik" denen organa iletilir. Beyincik, iç kulaktaki labirentten
gelen bu bilgileri her an yorumlar. Ancak dengeyi sağlamak için başka bilgilere de ihtiyaç vardır. Bu nedenle beyincik, gözlerden ve vücudun dört bir yanındaki kaslardan da devamlı olarak bilgi alır. Tüm bu bilgileri müthiş bir hızla analiz eder ve vücudun yerçekimine göre konumunu hesaplar. Bundan sonra ise, bu hesaplamaya dayanarak, kasların nasıl bir hareket yapmaları gerektiğini belirler. Ortaya çıkan sonuç, kaslara yine sinirler aracılığıyla emir olarak bildirilir. Bu olağanüstü işlemler, saniyenin yüzde biri kadar bile sürmeyen bir zaman dilimi içinde gerçekleşir. Biz de, içimizde gerçekleşen bu mucizenin hiç farkında olmadan rahatlıkla yürür, koşar, en zor sporları yaparız. Oysa bu işlerin tek bir anı için vücudumuzda gerçekleştirilen hesaplamaları kağıda döksek, binlerce sayfa yazmamız gerekecektir.
Robot Teknolojisi Yetersiz Kalıyor
Bugün bilim adamları yaptıkları yoğun çalışmalar sonunda insan gibi iki ayağı üstünde dik olarak yürüyebilen merdiven çıkabilen robotlar yapmayı başarmıştır. Ama bizler bu robotlarla kıyas kabul edemeyecek kadar büyük ve kompleks bir hareket kapasitesine sahibiz. Örneğin yapımları için onlarca mühendisin yıllarca çalıştığı, uğruna yüz milyonlarca dolar harcanarak yapılan bu robotlar, düştükleri yerden kalkamıyorlar. Oysa 2 yaşındaki bir bebek bile kendisinde var olan mükemmel koordinasyon ve denge sistemi sayesinde kendisini toparlayıp ayağa kalkabilir. Çünkü insan bu robotlardan farklı olarak mükemmel bir denge ve koordinasyon sistemine sahip olarak yaratılmıştır. Yüce Allah Kuran-ı Kerim'de insanın yaratılışını şöyle bildirmiştir: “Doğrusu, Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tin Suresi, 4)
Eklemler Neden Yağlanmaya İhtiyaç Duymazlar?
Hareketli mekanik parçalar birbirine sürtündüklerinden zaman içinde aşınmaya uğrarlar. Bu nedenle basit bir kapı menteşesinden, araba motoruna kadar her hareketli mekanik sistemde yağlamaya ihtiyaç vardır. Ancak yağlama aşınmayı tam olarak engellemez, yalnızca geciktirir. Gerek yürürken gerekse başka hareketler yaparken vücudumuzdaki eklemler bir ömür boyunca hareket ederler. Buna rağmen hiçbir zaman yağlanmaya ihtiyaç duymazlar. Peki ama nasıl? Bilim adamları yaptıkları araştırmalarda, olayın hayranlık uyandıracak bir sistemle çözüldüğünü gördüler: Eklemlerin sürtünme yüzeyleri, ince ve gözenekli bir kıkırdak tabakasıyla kaplanmıştır ve bu tabakaların altında kaygan bir sıvı bulunur. Kemik, eklemin bir yerine baskıda bulunursa bu sıvı gözeneklerden dışarı fışkırır ve eklem yüzeyinin "yağ gibi" kaymasını sağlar. Yürürken 100'e yakın kas çalışır. Bu kadar çok kas çalışmasına karşın yürüme sırasında harcanan enerji oldukça düşüktür. İnsan vücudunu gelişmiş içinde son derece kompleks devreler barındıran bir bilgisayara benzetebiliriz. Eğer bu devreyi oluşturan elemanlardan bir teki eksik olsaydı ya da yanlış kullanılsaydı bilgisayar çalışmazdı. İnsanın yürüyüşü ve hareket sistemi de bu bilgisayardaki tek bir devre gibidir. Tek başına bu devreyi incelememiz bile insan vücudunun ne kadar büyük bir mucize olduğunu anlamak için yeterlidir.

Yaşam Dergisi2(Peygamber Efendimiz (sav) Müminlere Sabır İbadetinin Hayırlarını Hatırlatmıştır)

Kuran-ı Kerim’de Cenab-ı Allah'ın bildirdiği sabır, sadece zorluklar karşısında değil, hayatın her anında yaşanan bir ahlak özelliğidir. Bu güzel ahlak özelliği şartlar her ne olursa olsun, Kuran-ı Kerim'in tüm ayetlerini eksiksizce uygulamada, Allah'ın sakınmayı emrettiği tüm tavırlardan titizlikle sakınmada ve Kuran ahlakını bir ömür süresince hiçbir yılgınlığa kapılmadan yaşamakta kararlılık göstermektir. Allah'ın Kuran-ı Kerim’de bildirdiği sabrın en çarpıcı örneklerini ise Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav)’in yaşamında görmek mümkündür. Çünkü Peygamberimiz (sav), Allah'ın bildirdiği din ahlakını anlatmakta, karşılaştığı zorluklara rağmen Allah'a sadakatinden asla ayrılmamış ve sadece Allah'ın rızasını kazanabilmek amacıyla sabretmiş kutlu bir insandır. Kuran-ı Kerim'de verilen bir örnekte Peygamberimiz (sav)'in bir mağarada yanındaki arkadaşına Allah'ı hatırlatarak, onu zorluğa karşı ümitvar olmaya davet ettiği şöyle bildirilmiştir: "Siz O'na (peygambere) yardım etmezseniz, Allah O'na yardım etmiştir. Hani kafirler ikiden biri olarak O'nu (Mekke'den) çıkarmışlardı; ikisi mağarada olduklarında arkadaşına şöyle diyordu: "Hüzne kapılma, elbette Allah bizimle beraberdir." Böylece Allah O'na 'huzur ve güvenlik duygusunu' indirmişti…" (Tevbe Suresi, 40) Peygamberimiz (sav)'in bu güzel tutumu, kuşkusuz bütün Müslümanların örnek alması gereken bir davranıştır. Her ne şart altında olursa olsun inananların birbirlerine Cenab-ı Allah'ın gücünü ve yardımını hatırlatarak, birbirlerini sabırlı olmaya yöneltmeleri, üstün bir ahlakın göstergesidir. Peygamber Efendimiz (sav)’in müminlere sabrı tavsiye ettiği hadis-i şeriflerinden biri şöyledir: “... Sen, yakini bir imanla, tam bir rıza ile Allah için çalışmaya muktedir olabilirsen çalış; şayet buna muktedir olamazsan, hoşuna gitmeyen şeyde sabırda çok hayır var. Şunu da bil ki nusret sabırla birlikte gelir, kurtuluş da sıkıntıyla gelir, zorlukta da kolaylık vardır, bir zorluk iki kolaylığa asla galebe çalamayacaktır.” (Kütüb-i Sitte, Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Prof. Dr. İbrahim Canan, 16. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s. 315) Unutmamak gerekir ki Allah Kuran-ı Kerim’de; dünyadaki yaşamları boyunca güzel ahlakı yaşamakta, zor zamanlarda sabır ve tevekkül etmekte, Kendisi'nin hoşnut olacağı umulan güzel davranışları göstermekte büyük sebat gösteren müminlere karşılıklarını kat kat olarak vereceğini bildirmiştir: "İşte onlar, sabretmelerine karşılık (cennetin en gözde yerinde) odalarla ödüllendirilirler ve orada esenlik dileği ve selamla karşılanırlar." (Furkan Suresi, 75)

Yaşam Dergisi 2(Cenab-ı Allah Bizi Nimetleriyle Kuşatmıştır)

Sevgili Çocuklar; Allah, yarattığı bütün canlıların her ihtiyacını verendir. O’nun sonsuz şefkati ve merhameti sayesinde dünya üzerinde nimetler içinde ve rahat yaşıyoruz. Mesela bizim yaşayabilmemiz için Allah Güneş’i yaratmıştır. Beslenmemiz için sebzeleri, meyveleri, hayvanları yaratan da Allah’tır. Bu sayede ekmek, süt, et ve birbirinden lezzetli sebzeleri ve meyveleri yeriz. Bunlardan başka kalbimizi hiç durmadan çalışacak şekilde yaratan da Allah’tır. Kalbimiz araba motorları gibi ara sıra durup dinlenme ihtiyacında olsa, sonra tekrar çalışsa elbette yaşayamazdık. Oysa kalp, insan ölene kadar senelerce hiç durmadan çalışır ve bu sayede hayatımızı sürdürürüz. Yine, Allah görebilmemiz için gözlerimizi, duyabilmemiz için kulaklarımızı, güzel kokuları koklamamız ve yemeklerin lezzetini tadabilmemiz için burnumuzu ve dilimizi yaratmıştır. Buraya kadar saydıklarımız Allah’ın bize verdiği nimetlerden yalnızca birkaçıdır. Allah’ın bize verdiği nimetleri saymakla bitiremeyiz. Verdiği tüm nimetlere karşılık ise Cenab-ı Allah bizden en çok Kendisi’ni sevmemizi ve Kendisi’ne şükretmemizi, yani teşekkür etmemizi istemektedir. Rabbimiz bu emrini Kuran ayetlerinde şöyle bildirmektedir: “Allah, sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmezken çıkardı ve umulur ki şükredersiniz diye işitme, görme (duyularını) ve gönüller verdi.” (Nahl Suresi, 78)
Gerçek şu ki, size de, annenize de, babanıza da, bütün insanlara ve canlılara da bakan, besleyen, büyüten, koruyan Allah’tır. Hepimiz O’na muhtacız. Bu nedenle İslam ahlakının gereği olan güzel ahlak özelliklerinin başında, önce Allah’ı sevmek, O’na güvenmek, herşeyimizi O’na borçlu olduğumuzu bilmek gelir.

Yaşam Dergisi 2(Alay Etmek ve Küçük Düşürücü Lakaplar Takmak Allah Katında Yasaklanmıştır)

İslam ahlakına göre yaşamayan insanlar, kendi nefislerini yüceltmek ve diğer insanlardan daha üstün bir konuma geçmek arzusuyla her fırsatta alaycılık, aşağılama, lakap takma gibi çirkin yöntemlere başvururlar. Oysa Yüce Allah insanların bu gibi kötü davranışlarda bulunmalarını Kuran-ı Kerim’de yasaklamıştır: “Ey iman edenler, bir kavim (bir başka) kavimle alay etmesin, belki kendilerinden daha hayırlıdırlar; kadınlar da kadınlarla (alay etmesin), belki kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi nefislerinizi (kendi kendinizi) yadırgayıp-küçük düşürmeyin ve birbirinizi 'olmadık-kötü lakablarla' çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir isimdir. Kim tevbe etmezse, işte onlar, zalim olanların ta kendileridir.” (Hucurat Suresi, 11) Ayrıca alaycılık sözle, lakap takmayla olabileceği gibi çeşitli mimik ve hareketlerle de yapılabilir. Hümeze Suresi'nde Cenab-ı Hakk’ın kaş göz işaretleriyle alay edenler hakkında bildirdiği uyarı, alaycılığın Allah Katında ne kadar büyük bir suç olduğunun açık bir delilidir: “Arkadan çekiştirip duran, kaş göz hareketleriyle alay eden her kişinin vay haline.” (Hümeze Suresi, 1)

Tutku ve Hırs Mutlu Olmayı Engeller

Cenab-ı Allah Kuran-ı Kerim’de insanların nefislerinde iki ayrı özellik bulunduğunu bildirmektedir. Bunlardan biri kötülüklerden sakındıran ve iyiliği emreden ‘vicdan’, diğeri ise kötülüğü emreden ‘fücur’dur. Fücur olarak isimlendirilen kavram, insan nefsinin olumsuz özelliklerinin tümünü kapsamaktadır. Nefsin fücurunun Kuran-ı Kerim’de dikkat çekilen önemli özelliklerinden ikisi ‘tutku’ ve ‘hırs’tır. Ahireti düşünmeyip dünya hayatı ile yetinen bir kimse, sahip olduğu her şeye hırs ve tutkuyla bağlanır. Sanki ölüm ve ahiret çok uzakmış gibi yaşamaya başlar. Her zaman sahip olduğunun en iyisini hedefler ve hedeflerine ulaşmak için her şeyi yapar. Hatta hayatındaki yegane amaç, servetine servet eklemek olduğu için, tutkuları uğruna başkalarına zarar vermeyi dahi göze alır. Ancak bir kişinin sahip olduğu her şeyi kendisine verenin Rabbimiz olduğunu unutarak dünya hırsına kapılması, o kimseye ne dünyada ne de ahirette mutluluk getirir. Kuran-ı Kerim’in “Malı ‘bir yığma tutkusu ve hırsıyla’ seviyorsunuz.” (Fecr Suresi, 20) ayetiyle, iman etmeyenlerin dünya malına olan tutkulu sevgilerine dikkat çekilmiştir. Bir başka ayette ise “…Dünya hayatının metaı azdır, ahiret ise muttakiler için daha hayırlıdır ve siz 'bir hurma çekirdeğindeki ip-ince bir iplik kadar' bile haksızlığa uğratılmayacaksınız.” (Nisa Suresi,77) şeklinde bildirilerek Allah, insanların tutkuyla bağlandıkları nimetlerin hepsinin “dünya hayatının metaı” olduğunu haber vermiştir. “Meta” kelimesinin sözlük anlamı “az ve değersiz, sonunda yok olucu şey, eşya”dır. Dolayısıyla insanların hırsla tamah ettikleri dünya nimetlerinin ahirettekilerle kıyaslandığında değersiz ve sahte olduğu hemen anlaşılmaktadır.
Hz. İbrahim (as)’ın Duaları


Günümüzde milyonlarca insanın Hac görevini yerine getirmek için ziyaret ettiği Kabe’yi inşa eden Hz. İbrahim (as)’ın, Kuran-ı Kerim’de, “tek başına bir ümmet” olduğu bildirilmektedir. Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail, bundan binlerce yıl önce, Cenab-ı Allah’ın vahyi doğrultusunda insanların toplanacakları ve Rabbimiz’i zikredecekleri, yılın belirli zamanlarında Hac vazifelerini yerine getirmek için ziyaret edecekleri bir ev inşa etmişlerdir. Bu evin Kuran-ı Kerim’deki adı Kabe’dir. Kuran-ı Kerim’de, Hz. İbrahim (as)’ın ve Hz. İsmail (as)’ın bunu bir ibadet olarak yaptıkları ve sonrasında şöyle dua ettikleri bildirilmiştir: İbrahim, İsmail’le birlikte Evin (Ka’be’nin) sütunlarını yükselttiğinde (ikisi şöyle dua etmişti): “Rabbimiz bizden (bunu) kabul et. Şüphesiz, Sen işiten ve bilensin”. (Bakara Suresi, 127) Bugün milyonlarca insanın ziyaret ettiği Mescid-i Haram’a, diğer adıyla Kabe’ye ilk yerleşen Hz. İbrahim (as)’ın, bir başka Kuran-ı Kerim ayetinde oğulları İsmail, İshak ve tüm müminler için şu şekilde dua ettiği bildirilmektedir: Rabbimiz, gerçekten ben, çocuklarımdan bir kısmını Beyt-i Haram yanında ekini olmayan bir vadiye yerleştirdim; Rabbimiz, dosdoğru namazı kılsınlar diye (öyle yaptım), böylelikle Sen, insanların bir kısmının kalblerini onlara ilgi duyar kıl ve onları birtakım ürünlerden rızıklandır. Umulur ki şükrederler. Rabbimiz, şüphesiz Sen, bizim saklı tuttuklarımızı da, açığa vurduklarımızı da bilirsin. Yerde ve gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz. Hamd, Allah’a aittir ki, O, bana ihtiyarlığa rağmen İsmail’i ve İshak’ı armağan etti. Şüphesiz Rabbim, gerçekten duayı işitendir. Rabbim, beni namazı(nda) sürekli kıl, soyumdan olanları da. Rabbimiz, duamı kabul buyur. Rabbimiz, hesabın yapılacağı gün, beni, anne-babamı ve mü’minleri bağışla. (İbrahim Suresi, 37-41) Görüldüğü gibi Hz. İbrahim (as), dualarında hem Allah’ın sıfatlarını saymakta, hem de O’na şükretmektedir. Allah’tan istedikleri de, kendisini O’na yakınlaştıracak, ahirette bağışlanmasına vesile olacak isteklerdir. Hz. İbrahim (as) ve Hz. İsmail (as), Kabe'yi inşa ederlerken, yani fiili bir iş ve ibadet yaparlarken sürekli Rabbimiz’e dua etmesi önemli bir örnektir. Müslümanlar peygamberlerin bu güzel özelliğini örnek alarak Allah'a her konuda dua edebilir, bir iş yaparken de Allah'tan yardım dileyebilir, O'nu zikir ve tesbih edip yüceltebiliriz. Çünkü Cenab-ı Allah, insanın gizlisinin gizlisini bilen, onu her an işiten, gören ve her yaptığından haberdar olandır. Müminler Allah'ın bütün dualarına icabet edeceğini bilir ve dua etmeyi Cenab-ı Allah'a yakınlaşmak için bir vesile olarak görürler.

Yaşam Dergisi 2(Allah'ın İsimleri: El Alim)

Doğu da Allah'ındır, batı da. Her nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz ki Allah, kuşatandır, bilendir. (Bakara Suresi, 115) İnsanlar öğrenmeye bebeklikten itibaren başlarlar. Belli bir yaşa ulaştıktan sonra da öğrenim görmeye ve bu şekilde sayısız bilgiler edinmeye devam ederler. Hatta bazı insanlar belirli bir veya birkaç konu üzerinde uzmanlaşırlar. Örneğin bir fizik mühendisi, fizik kurallarının tamamını öğrenebilir veya felsefe üzerine öğrenim görmüş bir insan, felsefi konulara tam olarak hakim olabilir. Yine yakın tarih üzerinde uzmanlaşmış bir araştırmacı, yakın tarih ile ilgili çok isabetli yorumlar yapabilir. Çünkü bu konu ile ilgili öğrenilebilecek herşeyi biliyordur. Yukarıda saydıklarımız, 'bilmek' fiilinin insanlar için geçerli olan kısmıdır. Ancak 'bilmek' fiilinin, insanların asla tasavvur edemeyeceği, güç yetiremeyeceği bir boyutu vardır: Cenab-ı Allah'ın bilmesi... Allah göklerin, yerin, bu ikisi arasında olan tüm canlıların, kainatta işleyen tüm kanunların, her an meydana gelen tüm olayların bilgisine sahiptir. Çünkü tümünün Yaratıcısı O'dur. Üstelik Allah'ın 'bilmesi' sınırsızdır; Allah aynı anda dünya üzerinde doğan ve ölen insanların kimliklerini, yeryüzündeki her bir ağaçtan düşen yaprakların sayısını, evrendeki milyarlarca galaksi içindeki milyarlarca yıldızın her birinin özelliklerini ve burada sayfalarca saysak da asla bitiremeyeceğimiz herşeyi bilir. O, yeryüzünde, aynı anda uzayda meydana gelen her olayı, dünya üzerindeki milyarlarca insanın, hayvanın, bitkinin hücrelerinde kodlu olan şifreleri de bilir. Bu noktada insanın unutmaması gereken çok önemli bir sır vardır: Cenab-ı Hakk, yukarıda sayılan tüm detayların yanında insanın içini, aklından geçenleri, gizli veya açık işlediği tüm fiilleri de bilir. Bazı insanlar, içinde yaşadıkları duyguların ve düşüncelerin, yalnızca kendi bilgileri dahilinde olduğunu zannederler; ama bu büyük bir yanılgıdır. Kainatın her noktasına tam olarak hakim olan Allah, insanın içine ve dışına da hakimdir. Nitekim Allah’ın bu sonsuz bilgisi pek çok ayetle bildirilmiştir: Görmedin mi ki, göklerde ve yerde olanlar ve dizi dizi uçan kuşlar, gerçekten Allah'ı tesbih etmektedir. Her biri, kendi duasını ve tesbihini şüphesiz bilmiştir. Allah, onların işlediklerini bilendir. (Nur Suresi, 41) Güneş de, kendisi için (tesbit edilmiş) olan bir müstakarra doğru akıp gitmektedir. Bu, üstün ve güçlü olan, bilen (Allah)’ın takdiridir. (Yasin Suresi, 38)

Yaşam Dergisi 2 (Semud Kavminin Helakı)

Semud (halkına da) kardeşleri Salih'i (gönderdik). Dedi ki: "Ey kavmim, Allah'a ibadet edin, sizin O'ndan başka İlahınız yoktur. O sizi yerden (topraktan) yarattı ve onda ömür geçirenler kıldı. Öyleyse O'ndan bağışlanma dileyin, sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz benim Rabbim, yakın olandır, (duaları) kabul edendir." (Hud Suresi, 61) Semud kavmi Kuran-ı Kerim’de bildirildiğine göre Cenab-ı Allah'ın uyarılarını göz ardı etmiş ve bunun sonucunda helak olmuş bir kavimdir. Günümüzde arkeolojik ve tarihsel çalışmalar sonunda Semud kavminin yaşadığı yer, yaptığı evler, yaşama biçimi gibi birçok bilinmeyen nokta, gün ışığına çıkartılmıştır.
Semud Kavmi’nin Yaşadığı Bölge
Kuran-ı Kerim'de haber verilen Hicr Halkı ve Semud kavminin aslında aynı kavim oldukları tahmin edilmektedir. (En doğrusunu Cenab-ı Allah bilir.) Nitekim Semud kavminin bir başka ismi de Ashab-ı Hicr'dir. Bu durumda "Semud" kelimesi bir halkın ismi, Hicr şehri ise bu halkın kurduğu şehirlerden biri olabilir. Yunan coğrafyacı Pliny'nin tarifleri de bu yöndedir. Pliny, Semud kavminin oturmakta olduğu yerlerin Domatha ve Hegra olduğunu yazmıştır ki, bu bölgeler günümüzdeki Hicr kentidir. ("Hicr", İslam Ansiklopedisi: İslam Alemi, Tarihi, Coğrafya, Etnoğrafya ve Bibliyografya Lugati, Clit 5/1, s. 475)
Semud Kavmi Hz. Salih’i Öldürme Planı Yapmıştır
Kuran-ı Kerim’de bildirildiğine göre Hz. Salih’in tebliğ ettiği din ahlakını kabul etmeyenlerin başında kavmin önde gelenleri vardı (Araf Suresi, 66) ve bu kişiler sahip oldukları maddi güce dayanarak peygamberlerine karşı düşmanca bir tavır takınmışlardı. Bu kişiler, Hz. Salih'e inananları güçsüz duruma düşürmeye, onları baskı altına almaya çalışmış ve Hz. Salih'in Yüce Allah Semud Kavmine Deneme Konusu Olarak Deve Göndermiştir kendilerini Allah'a ibadet etmeye çağırmasına öfke duymuşlardır. Bu öfkeleri Hz. Salih’i öldürmek için plan yapacak kadar çok olsa da, “düzen kurucuların en hayırlısı” (Al-i İmran Suresi, 54) olan Allah bu tuzaklarını bozmuştur. Semud kavminin yaptıkları plan ve buna karşın Allah’ın kurduğu düzen ayetlerde şöyle haber verilir: “Şehirde dokuzlu bir çete vardı, yeryüzünde bozgun çıkarıyorlar ve dirlik-düzenlik bırakmıyorlardı. Kendi aralarında Allah adına and içerek, dediler ki: "Gece mutlaka ona ve ailesine bir baskın düzenleyelim, sonra velisine: Ailesinin yok oluşuna biz şahid olmadık ve gerçekten bizler doğruyu söyleyenleriz, diyelim." Onlar hileli bir düzen kurdu. Biz de (onların hilesine karşı) onların farkında olmadığı bir düzen kurduk. Artık sen, onların kurdukları hileli-düzenin uğradığı sona bir bak; Biz, onları ve kavimlerini topluca yerle bir ettik.” (Neml Suresi, 48–51)
Yüce Allah Semud Kavmine Deneme Konusu Olarak Deve Göndermiştir
Ayetlerde bildirildiği üzere Hz. Salih, Cenab-ı Allah’ın vahyi üzerine, kavminin Allah'ın emirlerine uyup uymayacaklarını belirlemek için son bir deneme olarak onlara dişi bir deve göstermiş, sahip oldukları suyu bu dişi deve ile paylaşmalarını ve ona zarar vermemelerini söylemiştir. Böylece kavim bir denemeden geçirilmiştir. Ancak kavminin Hz. Salih'e cevabı, bu deveyi öldürmek olmuştur. Şuara Suresi'nde, bu olayların gelişimi şöyle haber verilir: “Dedi ki: "İşte, bu bir dişi devedir; su içme hakkı (bir gün) onun, belli bir günün su içme hakkı da sizindir. Ona bir kötülükle dokunmayın, sonra büyük bir günün azabı sizi yakalar." Sonunda onu (yine de) kestiler, ancak pişman oldular.” (Şuara Suresi, 155–157)
Semud Kavmi Nasıl Helak Oldu?
Semud kavmi kendilerine deneme olarak gönderilen dişi deveyi öldürdükten sonra hemen azaba uğratılmamıştır. Bu durum, azgınlıklarını daha da artırmış ve Kuran-ı Kerim’de bildirildiğine göre Hz. Salih'e çirkin bir şekilde karşılık vermeye devam etmişlerdir: "Böylelikle dişi deveyi öldürdüler ve Rablerinin emrine karşı çıkıp (Salih'e de şöyle) dediler: "Ey Salih, eğer gerçekten gönderilenlerden (bir Peygamber) isen, vadettiğin şeyi getir, bakalım."" (Araf Suresi, 77) Ancak Yüce Allah, inkar edenlerin kurdukları hileli düzenleri boşa çıkartmış ve Hz. Salih'i kötülük yapmak isteyenlerin ellerinden kurtarmıştır. Kuran-ı Kerim'de bu olaydan sonra artık kavme her türlü tebliği yaptığını ve hiç kimsenin öğüt almadığını gören Hz. Salih'in, kavmine üç gün içinde helak olacaklarını haber verdiği bildirilmiştir: "... (Salih) Dedi ki: 'Yurdunuzda üç gün daha yararlanın. Bu, yalanlanmayacak bir vaattir'."" (Hud Suresi, 65) Nitekim üç gün sonra Hz. Salih'in uyarısı gerçekleşmiş ve Semud kavmi helak edilmiştir: "O zulmedenleri dayanılmaz bir ses sarıverdi de kendi yurtlarında dizüstü çökmüş olarak sabahladılar. Sanki orada hiç refah içinde yaşamamışlar gibi. Haberiniz olsun; Semud (Halkı) gerçekten Rablerine (karşı) inkâr etmişlerdi. Haberiniz olsun; Semud (Halkına Allah'ın rahmetinden) uzaklık (verildi.)" (Hud Suresi, 67-68) Bir Arap kavmi olan Nabatiler günümüzde Ürdün'deki Rum vadisinde bir krallık kurmuşlardır. Günümüzde Petra adıyla da bilinen bu yerde Nabatiler'in taş işçiliğinin en güzel örneklerini görmek mümkündür. Kuran'da Semud Kavmi'nin de taş işçiliğindeki ustalıklarından bahsedilir. Ancak bugün her iki kavimden de geriye, o dönemdeki sanatı tanıtan kalıntılar kalmıştır. Resimlerde Petra vadisindeki taş işçiliği görülmektedir. Arkeolojik bulgular, Arap Yarımadası'nın kuzeyinde yaşayan Semudların kökenlerinin, Ad Kavmi'nin de yaşadığı Güney Arabistan'da olduğunu göstermektedir.

Yaşam Sayı 2

Ashab-ı Kiram'ın Üstün Ahlakı
Cenab-ı Allah, değerli sahabelerimizin ihlaslı tavırlarını tarih boyunca yaşamış olan tüm Müslümanlar için bir örnek kılmıştır. Hanım ya da erkek fark etmeden, o dönemin çok zor şartları altında verdikleri halisane mücadele, yaşadıkları derin iman coşkusu ve sadakat, Allah’a olan sevgileri, Peygamberimiz (sav)’e olan düşkünlükleri Allah’ın izniyle İslam ahlakının kısa sürede tüm dünyaya yayılmasına vesile olmuştur. Hz. Muhammed (sav) ve tüm diğer peygamberlerin hak din ahlakının yayılması, güzel ahlakın yaşanması için verdikleri kararlı, cesur ve fedakarane mücadelenin bir benzeri de değerli sahabelerimizin hayatına hakimdir. Ashab-ı Kiram, Peygamber Efendimiz (sav)'i hayatta iken ve peygamber olarak gören mümin kimselerdir. Peygamberimiz (sav)'in mücadelesine gerek mallarıyla gerekse de canlarıyla büyük destek veren sahabelerimizin bu ahlakları, İslam tarihi boyunca yaşamış tüm Müslümanlar için büyük şevk kaynağı olmuştur. Cesaretleri, azim ve kararlılıkları, iman kuvvetleri, Allah'a ve Resulü (sav)’e olan kayıtsız şartsız sadakatleri, en zor şartlar altındayken bile yalnızca Allah'ın rızasını gözetmeleri, Resulullah (sav)'in nefsini kendi nefislerinden üstün tutmaları, yüzyıllardır İslam tarihinde şerefle anılmaktadır. Sahabeler geçmiş yaşamlarını bir an bile düşünmeden arkalarında bırakmış, toplumun tüm tehdit ve baskılarına rağmen Peygamber Efendimiz (sav)’in tebliğ ettiği hak din ahlakına uymuşlardır. Onlar Allah'ın rızasını kazanabilmek için her türlü zorluğu, sıkıntıyı severek göze almışlardır. İlk Müslümanlar arasında güçlü kabilelere mensup kişiler olduğu gibi, müşriklerin kölesi konumunda oldukları için güçsüz olan kimseler de bulunuyordu. Bu kimseler, Müslümanlığı kabul edip Resulullah (sav)'ın yoluna uydukları öğrenildiğinde kendilerine her türlü sözlü ve fiili saldırı, iftira, eziyet ve işkencenin yapılabileceğini çok iyi biliyorlardı. Çevrelerinde de bu durumun pek çok örneğini görmelerine rağmen Peygamberimiz (sav)'in çağrısına tereddütsüz olarak uymuşlardır. Nitekim bu nedenle müşrik toplumun türlü saldırılarıyla karşılaşmış, ancak yine de hak yoldan hiçbir şekilde ayrılmamışlardır. Cenab-ı Allah'a sığınarak sabretmiş ve tevekkül etmişlerdir. Ayrıca Allah'ın rızası, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav)’in sevgisi, değerli sahabelerimiz için dünyanın her türlü nimetinden daha sevgili olmuştur. Dünya malını, Müslümanların huzuru, rahatlığı ve İslamiyet'in yayılması için feda etmiş, kendilerinden yana bir mal hırsına kapılmamışlardır.

Talha Bin Ubeydullah (ra)
Hz. Ebubekir (ra) ve Hz. Osman (ra)'ın ardından Peygamberimiz (sav)'e tabi olarak ilk Müslümanlardan olma şerefine erişen ve bundan dolayı işkenceye uğratılan Talha bin Ubeydullah da, Uhud Savaşı'nda Resulullah (sav)'i koruyabilmek için büyük kahramanlıklar gösteren sahabelerdendir. Peygamberimiz (sav)'in yanında bulunan bütün sahabelerin şehit düşmesiyle birlikte Resulullah (sav)'in yanında O'nu koruyabilecek tek kişi Talha bin Ubeydullah kalmıştır. Pek çok kılıç darbesi almasına rağmen büyük bir cesaretle savaşmaya ve Peygamberimiz (sav)’i korumaya devam etmiştir. Bu olay rivayetlerde şöyle anlatılmaktadır: Sevgili Peygamberimiz (sav), Hz. Ebûbekir'e, hemen Hz. Talhâ'ya yardıma koşmasını emrettiler. Ebû Bekr-i Sıddîk, Hz. Talhâ'nın ayılması için mübârek yüzüne su serpti. Talhâ bin Ubeydullah Hazretleri ayılır ayılmaz; - Yâ Ebâ Bekir! Resûlullah (sav) nasıl? - Resululah (sav) iyidir. Beni O gönderdi. - Allahü Teâlâ'ya sonsuz şükürler olsun. O sağ olduktan sonra her musîbet hiçtir. (Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, cilt 1, Yeni Asya Neşriyat) Görüldüğü gibi sahabelerimiz, Peygamberimiz (sav)'e kendilerini siper edip böyle mübarek bir insanı koruma şerefine erişebilmek için birbirleriyle yarışacak kadar büyük bir ihlas ve samimiyetle hareket etmişlerdir. Cenab-ı Allah, onların bu ihlaslı tavırlarını tarih boyunca yaşamış olan tüm Müslümanlar için bir şevk kaynağı kılmıştır.

Abdullah Bin Zübeyr (ra)
Abdullah bin Zübeyr, henüz on iki yaşlarındayken Yermük Savaşına, bundan dört sene sonra ise Mısır'ın fethine katılarak küçük yaşta gösterdiği şevk ve cesaretiyle tüm Müslümanlara örnek olmuştur. Aynı şekilde hem yaşça çok ileri hem de ayağı sakat olan Amr. b. Cemuh da imanın coşkusu ve Allah'ın rızasını kazanma arzusuyla Peygamberimiz (sav)'den Uhud Savaşına katılmak için izin istemiş ve bu savaşta şehit düşmüştür.
Ebu Talha (ra)
Resulullah (sav) vefat edinceye kadar onunla, ardından Hz. Ebubekir (ra) ve sonra da Hz. Ömer (ra) vefat edinceye kadar da onlarla birlikte savaşan Ebu Talha ise, ilerleyen yaşına rağmen Müslümanlarla birlikte bir kez daha savaşa çıkmakta ısrar etmiş ve çıktığı bu savaşta denizde iken şehit düşmüştür. Görüldüğü gibi tüm ömürlerini Allah'ın rızasını kazanmak için çaba harcayarak geçiren bu mübarek kimseler de, imanın şevkiyle yaşlılıklarında bile aynı şekilde savaşacak fiziksel gücü kendilerinde bulabilmişlerdir.
Ümm-i Ümare Nesibe Binti Kab (ra)
Çocuklar ve yaşlıların yanı sıra, Peygamberimiz (sav) döneminde ihlas, cesaret ve fedakarlıklarıyla öne çıkan bir diğer kesim ise saliha mümin kadınlar olmuştur. Bu örnek kadınlardan biri Ümm-i Ümare Nesibe binti Kab'dır. Gazilere su dağıtmak ve yaralarını sarmak göreviyle katıldığı Uhud Savaşı'nın şiddetli bir anında, Resulullah (sav)'e saldıran bir kimseye karşı fedakarane bir mücadele vermiştir. Kendilerini ve çocuklarını korudukları gibi Allah Resulü (sav)'i de koruyacaklarına dair Akabede Allah’ın Resulü (sav)'e biat eden Nesibe binti Kab, savaşın bir anda Müslümanların aleyhine dönüştüğünü ve düşmanların Peygamberimiz (sav)’in etrafında yoğunlaştığını görmüş ve kılıca sarılarak Peygamberimiz (sav)’i korumaya çalışmıştır. Diğer sahabelerle birlikte Peygamberimiz (sav)’in etrafını çevirerek vücutlarını ona kalkan yapan kişilerden biri olan Nesibe binti Kab, pek çok yerinden yaralanmıştır. (Ziyad Ebu Ğanime, Mevakıfu Batule min sun'I I-İslam -Asrı Saadetten Günümüze İslam Kahramanları, İstanbul, 1993) Hz. Ömer Peygamber Efendimiz (sav)’den naklettiği bir hadiste Hz. Ümm-i Ümare’nin Cenab-ı Hakk yolundaki şevkli mücadelesini şöyle aktarmıştır: “Savaşta ne tarafa baktımsa, hep Ümm-i Ümare, hep Ümm-i Ümare’yi gördüm.” (http://turk.ch/islam/eshab/ummiumarenesibehstun.html)
Fatıma Zehra (ra)
Fatimeh El Zehra veya Ez Zehra olarak da bilinen Hz. Fatıma (ra), Hz. Muhammed (sav)’in ve ilk hanımı Hz. Hatice’nın kızı, dördüncü İslam halifesi Hz. Ali’nin eşi ve seyyidlerin validesidir. Değerli Peygamberimiz (sav)’in soyu Hz. Fatıma vesilesi ile devam etmiştir. Hz. Fatıma ve Hz. Ali’nin 2 oğlu (Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin) ve 2 kızı (Hz. Zeynep ve Hz. Umm Kulthum) olmuştur. Peygamberimiz (sav)’in en küçük kızı olan Hz. Fatıma, hicretten on üç sene önce Mekke’de doğmuştur. Ona Fatıma ismini veren Peygamberimiz (sav) bir hadislerinde Hz. Fatıma’nın ismiyle ilgili şöyle buyurmuşlardır: Deylemî Ebû Hureyre (r.a.)'den rivayet etmiştir: "Onu sevenleri, Allah cehennemden uzaklaştıracağı için kızıma Fâtıma adını verdim." (http://www.biriz.biz/sahabiler/peykiz4.htm) Kendisine güzel ahlakı nedeniyle “ak yüzlü, nur, beyaz, parlak, ve aydınlık yüzlü” anlamına gelen “Zehra” ve “dünyevi heveslerden uzak, ibadet için kendisini Allah'a yönelten, iffetli ve namuslu” anlamına gelen “Betül” lakapları yakıştırılmıştır. Çok küçük yaşlarda dahi örnek bir ahlaka sahip olan Hz. Fatıma, son derece mütevazı, söz ve davranışlarında vakur bir hanımdı. Daima hikmetli, az ve öz konuşurdu. Küçük yaşına rağmen İslam ahlakına tabi olmanın verdiği imani güç ile Peygamber Efendimiz (sav)’e yardım etmiş ve babasının yanından ayrılmayarak Kureyş kafirlerinin işkencelerine karşı büyük bir dirayet göstermiştir. Mekke’de Müslümanlara yapılan baskı ve zulmün arttığı bir dönemde Rabbimiz’in Peygamberimiz (sav)’e verdiği hicret izni ile babası ile birlikte Medine’ye göç etmiştir. Peygamber Efendimiz (sav)’in vefatından altı ay sonra vefat etmiş, genç yaşında gösterdiği imani kararlılık ve şevk ile tüm müminlere örnek bir yaşam sürmüştür.
Ümmü Gülsüm Binti Ukbe (ra)
Mekkeli olan Ümmü Gülsüm Binti Ukbe, Kureyş kabilesine mensup bir hanım sahabedir. Allah ve Resulü (sav)’e hicret etmek için Mekke’deki evini terk edip Medine’ye tek başına hicret etme cesaretini ve kararlılığını göstermiş bir muhacir hanım olan Ümmü Gülsüm Binti Ukbe, Hz. Osman (ra)’ın -anne bir- kız kardeşidir. Babası ise Peygamber Efendimiz (sav)’e ve İslam ahlakına kin ve düşmanlık duyan Ukbe bin Ebî Muayt’tı. Ümmü Gülsüm Binti Ukbe, Mekke’de Müslüman olarak Resulullah (sav)’a biat ettiği andan itibaren, diğer Müslümanlar gibi işkenceye maruz kalmıştı. Din ahlakını terk etmesi için başta babası olmak üzere müşriklerden zulüm ve baskı görmüş ancak yapılan tüm zalimliklere rağmen Allah’a ve Resulü (sav)’ne olan sevgi ve bağlılığından ve din ahlakından asla taviz vermeyerek tüm müminlere örnek bir ahlak sergilemiştir. Ailesinden gördüğü baskı nedeniyle Peygamberimiz (sav) ve mümin kardeşleri ile birlikte Medine’ye göç edemeyip, yedi yıl boyunca Mekke’de müşriklerin arasında tek başına yaşamak mecburiyetinde kalmıştır. Yedi yılın sonunda Allah’ın izniyle evini terk ederek tüm tehlike ve engellere rağmen büyük bir kararlılıkla Medine’ye Peygamber Efendimiz (sav)’in ve mümin kardeşlerinin yanına tek başına hicret etmiştir. Medine’ye vardığında “Beni müşriklere geri çevirmeyin” diyerek Hz. Muhammed (sav)’e sığınmıştır.
İkrime Bin Ebu Cehil
Kendilerinden, aşiretlerinden, akrabalarından önce daima Peygamberimiz (sav)'in güvenliğini düşünen örnek Müslümanlardan biri de İkrime bin Ebi Cehil'dir. Müslümanlara olan kin ve düşmanlığıyla bilinen Ebu Cehil'in oğlu olan İkrime bin Ebi Cehil, Hz. Ebubekir (ra)'ın hilafeti döneminde Bizanslılara karşı yapılan Yermük Savaşına katılmıştır. Zaferle neticelenen savaşın sonunda ağır yaralanan El Haris İbni Hişam, Süheyl b. Amr ve İkrime İbni Ebu Cehl'in birbirlerine gösterdikleri fedakar tavır şöyle rivayet edilmektedir: Yermük Savaşında, Haris b. Hişam, İkrime b. Ebi Cehil ve Süheyl b. Amr ağır yaralar alarak yere düştüler. Haris b. Hişam içmek için su istedi. Askerlerden biri ona su götürdü. İkrime'nin kendisine baktığını görünce "Bu suyu İkrime'ye götür" dedi. İkrime suyu alırken, Süheyl'in kendine baktığını gördü, suyu içmeyerek "Bunu götür Süheyl'e ver" dedi. Fakat su Süheyl'e yetişmeden Süheyl öldü. Bunun üzerine sucu İkrime'ye koştu. Fakat İkrime de ölmüştü. Hemen Haris'in yanına koştu. Haris de ölmüştü. (Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatü's Sahabe, Hz. Muhammed ve Ashabının Yaşadığı İslami Hayat, Cilt 1, Sentez Neşriyat, Temel Eserler Serisi: 2/1)
Sahabelerimiz Yalnızca Cenab-ı Hakk’ın Rahmetini Ummuştur
Görüldüğü gibi sahabeler ölmek üzereyken ve belki de yardıma en muhtaç oldukları anda bile, kendilerinin değil Peygamber Efendimiz (sav)’in ve diğer Müslüman kardeşlerinin nefsine öncelik vermişler, iman ettikleri için ailelerinden ve çevrelerinden baskı gördüklerinde Allah’a sığınarak kararlı bir şekilde İslam ahlakını yaşamaya devam etmişlerdir. Kuşkusuz böylesine fedakar bir ahlakı yaşayabilmeleri Cenab-ı Allah'a ve ahirete kesin bilgiyle inanmalarından, Allah'a gönülden teslim olmuş olmalarından ve yalnızca Rabbimiz’in rahmetini ummalarından kaynaklanmaktadır. Kuran-ı Kerim'de değerli sahabelerimiz gibi Allah'ın rızası için her türlü fedakarlığı göze alan samimi Müslümanların cennetle müjdelendikleri şöyle bildirilmektedir: Nitekim Rableri onlara (dualarını kabul ederek) cevab verdi: "Şüphesiz Ben, erkek olsun, kadın olsun, sizden bir işte bulunanın işini boşa çıkarmam. Sizin kiminiz kiminizdendir. İşte, hicret edenlerin, yurtlarından sürülüp-çıkarılanların ve yolumda işkence görenlerin, çarpışıp öldürülenlerin, mutlaka kötülüklerini örteceğim ve onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. (Bu,) Allah Katından bir karşılık (sevap)tır. (O) Allah, karşılığın (sevabın) en güzeli O'nun Katındadır." (Al-i İmran Suresi, 195) Nice peygamberle birlikte birçok Rabbani (bilgin)ler savaşa girdiler de, Allah yolunda kendilerine isabet eden (güçlük ve mihnet)den dolayı ne gevşeklik gösterdiler, ne boyun eğdiler. Allah, sabredenleri sever. Onların söyledikleri: “Rabbimiz, günahlarımızı ve işimizdeki aşırılıklarımızı bağışla, ayaklarımızı (bastıkları yerde) sağlamlaştır ve bize kafirler topluluğuna karşı yardım et” demelerinden başka bir şey değildi. Böylece Allah, dünya ve ahiret sevabının güzelliğini onlara verdi. Allah iyilikte bulunanları sever. (Al-i İmran Suresi, 146-148)